Bölüm 1: Cenevreli Bir Asi
“Herkes ona deli diyordu. O ise yalnızca insan kalmaya çalışıyordu.”
Cenevre’nin dar sokaklarında yürüyen küçük bir çocuk… Herkes evine dönmüş, sokakta yalnız. Cebinde ne ekmek var ne de bir harita. Ama kafasında, koca bir dünyanın nasıl işlemesi gerektiğine dair sorular var.
Bu çocuk Jean-Jacques Rousseau.
Rousseau 1712 yılında, Cenevre’de doğdu. Annesi doğumdan sonra öldü, babasıysa onu terk etti. Hayatının büyük bölümünde bir aitlik hissi aradı ama hiçbir yere tam olarak ait olamadı. Ne bir saraya, ne bir kütüphaneye, ne de bir dine. Belki de bu yüzden kendi içindeki o boşluğu doldurmanın yolunu hep kaleminde aradı.
Yoksulluk içinde büyüdü. Uşağı olduğu insanlar tarafından küçümsendi. Ama ruhu hep başkaydı. O, insanın doğayla bağını yitirdiği her anı bir travma gibi yaşadı. İçgüdüleriyle düşüncelerini aynı anda dinleyebilen nadir insanlardan biriydi.
Paris’e ilk kez vardığında cebinde üç kuruş yoktu ama sırtında tonlarca fikir taşıyordu. Şehir onu yutmaya çalıştı. Dönemin filozoflarıyla tanıştı. Aydınlanma Çağı’nın tam ortasındaydı ama onlardan hep biraz ayrıydı. Çünkü o, insanı sadece akılla değil, duyguyla da kavramaya çalışıyordu.
O dönemde Avrupa’da işler şöyle yürüyordu: Krallar halkı yönetir, halk da buna boyun eğerdi. Aristokratlar lüks içinde yaşarken, sıradan insanlar kaderine razı olurdu. Toplumun düzeni ‘doğal’ kabul edilir, kimse fazla sorgulamazdı.
Ama Rousseau öyle düşünmüyordu.
Ona göre bu düzenin “doğal” olanla hiçbir ilgisi yoktu.
Asıl doğal olan, insanın doğa içinde özgür yaşamasıydı.
Ve en başta… herkes eşitti.
Rousseau için kırılma anı, 1749 yılında katıldığı bir yarışmayla geldi. Dijon Akademisi şu soruyu sormuştu:
“Bilimlerin ve sanatların gelişimi insanı daha erdemli kılar mı?”
Herkes “Evet” yanıtını bekliyordu.
Ama Rousseau kalemi eline aldı ve tam tersini yazdı.
“Hayır” dedi.
Çünkü sanat ve bilimler, insanın doğayla olan bağını koparmış, onu sahte ihtiyaçlara sürüklemişti.
Toplum ilerledikçe, aslında geriye gitmişti.
Yazdığı metin bomba gibi patladı.
Bir anda herkes bu sıra dışı adamı konuşmaya başladı.
Kimileri ona deli dedi, kimileri peygamber.
Ama o sadece insanlığın bozulduğunu ve bunu düzeltmemiz gerektiğini anlatmaya çalışıyordu.
O günden sonra kalemi artık bir silah gibiydi.
Kitaplar yazdı, insanlar arasında eşitsizliğin nasıl başladığını sorguladı.
Mülkiyetin icadıyla birlikte, insanların birbirine düşman olmaya başladığını söyledi.
Ve şunu ekledi:
“Bir tarlanın çevresine çit çekip, ‘Bu bana ait’ diyen ilk kişi, medeniyetin çöküşünü başlatan kişidir.”
Bu cesur cümleleri saraylar sevmedi.
Krallar sevmedi.
Hatta bazı filozoflar bile rahatsız oldu.
Ama halk onu dinlemeye başlamıştı.
Çünkü o, halkın unuttuğu bir şeyi hatırlatıyordu:
Doğayı.
Ve doğamızda var olan özgürlüğü.
Bugün, 300 yıl sonra, yaşadığımız şehirlerde, ofislerde, alışveriş merkezlerinde aynı sorulara cevap arıyoruz:
Biz nereye aidiz?
Ne zaman özgürüz?
Ve biz bu hale nasıl geldik?
Rousseau belki o zamanlarda yaşadı ama yazdıkları hâlâ kulağımızda yankılanıyor.
Çünkü doğayla bağını yitirmiş her insan, biraz Rousseau gibi hissediyor.
Ve her adaletsiz düzen, onu tekrar hatırlatıyor.
Cenevre’nin o yalnız çocuğu büyüdü, yazdı, susturulmaya çalışıldı.
Ama kelimeleri susturulamadı.
Çünkü kelimeler bazen, kurşunlardan bile daha güçlüdür.
Gerçekten doğamızda iyilik mi var?
Yoksa bu da romantik bir masal mı?
Konumuza dönelim.
Çünkü belki de yeniden başlamanın yolu, en başa dönmektir.
Bölüm 2: İnsan Doğası ve Bozulmuş Medeniyet
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Jean-Jacques Rousseau’nun en bilinen cümlesi bu.
Ama bu cümleyi gerçekten anlayabilmek için önce onun doğaya nasıl baktığını, “doğa durumu”ndan ne anladığını ve neden bu kadar sert bir toplumsal eleştiri yaptığını anlamamız gerekiyor.
Rousseau’ya göre insan, en saf hâliyle doğada yalnızdır.
Evet, yalnız. Ama bu yalnızlık bir eksiklik değil.
Aksine, insan bu hâliyle yetkindir: ihtiyaçlarını karşılayabilir, zarar vermez, hırs tanımaz, kibir bilmez.
Doğayla uyum içindedir çünkü henüz “toplum” denilen yapının içinde değildir.
İşte Rousseau’nun bu ilk insan tasviri, filozof Hobbes’un doğa durumu anlayışıyla taban tabana zıttır.
Hobbes der ki: “İnsan insanın kurdudur.”
Ona göre doğa durumu kaostur ve insanlar hayatta kalmak için birbirini yer.
Ama Rousseau bu fikre şiddetle karşı çıkar.
Ona göre insanın kötüleşmesi, birlikte yaşamaya başlamasıyla başlar.
Yani sorun bizde değil, bizi birbirimize bağlayan sistemlerde.
Peki ne oldu da insan değişti?
Rousseau burada çok temel bir tarihsel kırılma noktası koyar:
Mülkiyetin icadı.
Bir insan bir gün bir toprak parçasını çevirdi ve “Bu bana ait” dedi.
Başka biri geldi ve “Neye göre?” diye sordu.
İşte o andan itibaren insanlar toprak, kaynak, statü ve güç için rekabet etmeye başladı.
Bu da eşitsizliği doğurdu.
Eşitsizlik kıskançlığı doğurdu.
Kıskançlık kibri doğurdu.
Ve böylece toplum dediğimiz karmaşık yapı içinde insan, doğasından uzaklaştı.
Bu görüşlerini “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine” adlı eserinde açıklar.
Ve şunu net biçimde söyler:
“İnsanların çoğunluğunun çalıştığı, azınlığınsa yönettiği bir toplum doğaya aykırıdır.”
Bugün düşündüğümüzde bu fikir çarpıcıdır.
Çünkü Rousseau, neredeyse 300 yıl önce, bir tür “sistem eleştirisi” yapıyordu.
Neoliberalizmin, kapitalizmin, sosyal sınıf çatışmalarının henüz adı bile yokken, o bu yapıların insan doğasını nasıl bozduğunu sezmişti.
Onun için gerçek sorun insanın içgüdüleri değil, toplumsal yapılarla biçimlenmiş sahte ihtiyaçlardı.
Yani doğada su içmek, barınmak, güvenlik sağlamak yeterliyken, toplumda saygı, görünürlük, servet ve güç birer zorunluluk haline gelmişti.
Ve insan artık kendisi için değil, başkaları tarafından nasıl görüldüğü için yaşamaya başlamıştı.
Bir yerde şöyle der Rousseau:
“İnsanlar ne kadar çok şey edinirse, o kadar az mutlu olurlar. Çünkü ihtiyaçları çoğalır, ama mutlulukları sabit kalır.”
Bu söz, günümüzde telefonları, saatleri, arabaları, takipçi sayılarını birer değer ölçüsüne dönüştüren dünyaya ne kadar da tanıdık geliyor.
Özetle:
Rousseau için insan doğası iyiydi.
Ama bu doğallık, medeniyetin ilerleyişiyle birlikte erozyona uğradı.
Toplum dediğimiz şey, bir yandan güvenlik ve düzen sağlarken, bir yandan da eşitsizliği, bağımlılığı ve yabancılaşmayı doğurdu.
İşte tam bu noktada, Rousseau’nun en radikal fikri doğdu:
Eğer toplumu bozan şey medeniyetse, o halde toplum yeni baştan tasarlanmalıdır.
Ve bu bizi bir sonraki büyük soruya götürüyor:
Toplum nasıl yeniden kurulabilir?
Ve halk, gerçekten kendi kaderini belirleyebilir mi?
Bölüm 3: Toplum Sözleşmesi ve Devrimin Fitili
“Egemenlik devredilemez. Güç halkındır.”
Rousseau’nun düşünce yolculuğunda bir kırılma anı daha gelir.
Bu kez, yalnızca insanın doğasına değil, toplumun geleceğine dair de bir teklif sunar.
Adını şöyle koyar:
Toplum Sözleşmesi.
Bu kavram, modern demokrasilerin temellerini atan, birçok anayasanın ilham kaynağı olmuş bir fikir.
Ama Rousseau bu kavramı öyle bir biçimde yeniden kurar ki, o ana kadar yazılmış her şeyi altüst eder.
Peki nedir bu sözleşme?
Rousseau’ya göre insanlar doğa hâlinde özgürdür, ama bu özgürlük güvencesizdir.
Yani bir yanda bağımsızlık vardır, ama öte yanda tehlike.
Topluma katılmaksa bu özgürlüğün garantilenmesini sağlar.
Ama dikkat:
Bu sözleşme, “Ben özgürlüğümden vazgeçiyorum, siz beni yönetin” demek değildir.
Aksine, Rousseau der ki:
“Her birey, tüm haklarını topluma devreder ama toplumun bir parçası olduğundan, aslında bu hakları kendi üzerinden korumuş olur.”
İşte bu düşünce “genel irade” kavramına götürür bizi.
Yani halkın ortak çıkarı, bireylerin arzularının toplamı değil; o çıkarların birleşip oluşturduğu yeni bir bütün.
Ve bu genel irade, asla başkasına devredilemez.
Yani kimse, halk adına mutlak bir güç kullanamaz.
Bu, krallara bir tokattır.
Bu, imparatorluklara açık bir meydan okumadır.
Ve bu, halklara “Kalkın!” çağrısıdır.
Rousseau, toplum sözleşmesini sadece bir fikir değil, bir devrim çağrısı olarak sunar.
Ona göre halk, kendi özgürlüğünü ancak ve ancak kendi yönetimiyle güvence altına alabilir.
Bu da doğrudan demokrasiyi zorunlu kılar.
Elitlere, zenginlere ya da din adamlarına bırakılmış bir güç düzeni, halkın değil, bir azınlığın iradesidir.
Ve böyle bir düzende özgürlükten bahsedilemez.
Bu fikirler öyle radikaldir ki, yayımlandığı anda Avrupa’daki monarşilerde alarm zilleri çalar.
Rousseau’nun kitapları birçok ülkede yasaklanır.
Fransa’dan sürülür.
Ama geç kalınmıştır.
Çünkü fikir yayılmıştır.
Ve en çok da Paris’te yankı bulur.
1789’da, Fransız halkı “Ekmek yok!” diyerek sokağa indiğinde, ellerinde Rousseau’nun izleri vardır.
Bastille Hapishanesi basılır.
Kraliçe kaçamaz.
Ve halk, ilk kez kendi sesini devletin çatısında duyurur.
Fransız Devrimi’nin fikirsel temelinde, “halk egemenliği” vardır.
Ve o egemenlik, Rousseau’nun kaleminden dökülmüştür.
Ama gelgelelim, devrimle gelen her şey, umut değildir.
Rousseau’nun fikirleri sonraki yıllarda kimi zaman halk için, kimi zaman halk adına yapılan zulümlere gerekçe gösterilir.
Robespierre’in kurduğu terör rejimi, “genel irade” adına binlerce insanın kafasını giyotinden geçirir.
Rousseau’nun masum eşitlik hayali, kanla gölgelenir.
Burada da bir ironi saklıdır.
Rousseau kalemiyle bir devrim yaratmıştır, evet…
Ama o devrimin nasıl yürütüleceğine dair çok az şey söylemiştir.
O, ateşi yakmıştır.
Ama nereye sıçrayacağını tahmin edememiştir.
Yine de şu bir gerçek:
Bugün anayasalarda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazıyorsa,
Bu bir noktada Rousseau’nun fikridir.
Eğer temsil adaletsizliği konuşuyorsak,
Yine onun “genel irade” tanımıdır elimizdeki pusula.
Eğer iklim adaleti için herkesin söz hakkını savunuyorsak,
Bu da Rousseau’nun “eşit yurttaşlık” hayaline dayanır.
Ama buraya kadar geldiğimizde yeni bir soru doğar:
Peki Rousseau yaşasaydı, bugünün sorunlarına ne derdi?
İklim krizine, sosyal medyaya, yozlaşan demokrasilere, yükselen otoriterliğe nasıl tepki verirdi?
Bölüm 4: Bugünün Krizine Rousseau Ne Derdi?
“Doğaya dönmek, ilerlemenin ta kendisidir.”
Jean-Jacques Rousseau 1778’de öldü.
Ama fikirleri hâlâ nefes alıyor.
Hatta belki de, hiç bu kadar güncel olmamıştı.
Çünkü bugün, doğadan kopuşu daha derin, eşitsizliği daha keskin, özgürlüğü daha çarpıtılmış bir çağdayız.
Ve tüm bu karmaşada, Rousseau’nun soruları hâlâ geçerli:
“İnsan ne zaman özgürdür?”
“Toplum kimin içindir?”
“Eşitlik sadece kağıtta mı kalmalı?”
“İhtiyacımız olan şey daha fazla gelişmişlik mi, yoksa daha az yabancılaşma mı?”
Rousseau yaşasaydı, ilk olarak şunu söylerdi:
“Doğa, sadece ağaçlardan ibaret değildir. O bizim özümüzdür.”
İklim krizini sadece çevresel değil, aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir kriz olarak görürdü.
Çünkü onun için doğayı korumak, aslında insanı korumaktı.
İnsanı doğadan ayırdığımız anda, doğayla birlikte vicdanımızı da kaybettiğimizi söylerdi.
Bugün milyonlarca insan iklim krizinin bedelini öderken, sadece birkaç yüz şirketin bu krizin baş sorumlusu olduğunu bilseydi, bunun “genel irade”ye açık bir ihanet olduğunu haykırırdı.
Bir diğer mesele: temsil.
Dünyada birçok yerde seçimler yapılıyor ama halkın sesi her yerde duyulmuyor.
Rousseau için sadece oy vermek yetmezdi.
Gerçek demokrasi, halkın hem karar alma süreçlerine katıldığı, hem de bu kararların herkesin ortak yararını gözettiği bir düzen demekti.
Bugünün siyasi atmosferine baktığında, şunu sorardı:
“Halk adına konuştuğunu söyleyenler, gerçekten halk mıdır?
Yoksa sadece iktidara erişmiş başka bir azınlık mı?”
Yani Rousseau, temsili demokrasinin sınırlarını da zorlar, katılımcı demokrasiyi, hatta belki doğrudan demokrasiyi yeniden gündeme getirirdi.
Peki sosyal medya?
Rousseau’nun “başkalarının gözünde nasıl göründüğümüzle yaşamaya başlarsak, kendimizi kaybederiz” sözü tam da bugünün dijital dünyasını tarif etmiyor mu?
Bugün, kendi hayatımızı başkalarının onayına göre düzenliyoruz.
Kaç beğeni aldık, kim bizi retweet etti, hangi içerikler “tutuyor” gibi sorularla var olmaya çalışıyoruz.
Bu da Rousseau’nun tanımıyla “doğal özgürlükten uzaklaşmış, yapay bir benlik” yaratıyor.
Kısacası, o meşhur cümleyi bugüne şöyle uyarlardı:
“İnsan özgür doğar, ama her yerde algoritmaya tutsaktır.”
Ama belki de en çok şu konuda konuşurdu:
Umut.
Rousseau, her şeye rağmen umudu kaybetmeyen biriydi.
İnsanın özünün iyilik olduğuna inanıyordu.
Ve toplum bozulduysa, yeniden kurulabileceğini de düşünüyordu.
Yeter ki insanlar söz sahibi olsun, doğayla barışsın ve ortak iyiyi yeniden tanımlasın.
Bugün “iklim adaleti”, “ortak gelecek”, “toplumsal sözleşmelerin yenilenmesi” gibi kavramlar tartışılıyor ya…
İşte bunların tohumları, yüzyıllar önce Rousseau’nun kelimeleriyle atılmıştı.
Peki ya biz?
Bu podcasti dinlerken, kendi yerimizi sorguladık mı?
Bugünün sisteminde özgür müyüz?
Yoksa sadece özgürmüşüz gibi mi davranıyoruz?
Belki de artık yeni bir sözleşmeye ihtiyacımız var.
Teknolojiyle barışık ama doğayla uyumlu.
Bireyin sesini duyan ama birlikte yaşamayı unutmayan.
Temsili değil, gerçek katılımla kurulan bir toplum hayali.
Ve son bir soru:
Eğer Rousseau bugün yaşasaydı,
Bizi meydanlara mı çağırırdı?
Yoksa bir podcast mi başlatırdı?
Kim bilir.
Ama kesin olan bir şey var:
O kalemi eline alır, yine bir şeyleri başlatırdı.
Çünkü bazı devrimler kılıçla değil, kelimeyle yapılır.
Konumuza döndük.
Belki de şimdi sıra bizde.