Okuma süresi: 5 dk

Bölüm 1: İtaat, Sıradanlıktan Doğar

“Kötülük, şeytani olmak zorunda değildir. Bazen sadece görevini iyi yapan biri tarafından gerçekleştirilir.”

1961 yılında, Kudüs’te kurulan bir mahkeme salonu…

Cam bölmeyle çevrilmiş bir kutuda oturan solgun yüzlü bir adam.

Ne bir canavar, ne bir cellat.

Daha çok orta yaşlı bir memura benziyor.

Adı Adolf Eichmann.

Nazilerin lojistik başkanı.

Milyonlarca Yahudi’nin toplama kamplarına gönderilmesinden sorumlu.

Ama ifadesinde sürekli aynı cümle geçiyor:

“Ben sadece emirleri uyguladım.”

İşte bu cümle, salonun arka sıralarında oturan bir kadının zihninde yankılanmaya başlıyor.

Adı Hannah Arendt.

Bir filozof. Bir mülteci. Ve bir Yahudi.

O gün mahkemede canavar bir figür görmek istiyor.

Ama karşısında sıradan, bürokratik, sıraya dizilmiş belgelerle konuşan biri var.

Bir tür “kusursuz itaat makinesi.”


Hannah Arendt o duruşmadan sonra “Eichmann Kudüs’te” adlı kitabını yazdı.

Ve bu kitapta ortaya attığı kavram, felsefe tarihine kazındı:

Kötülüğün Sıradanlığı.

Arendt şunu söylüyordu:

“Eichmann şeytani değildi.

Sadece düşünmüyordu.”

Yani yaptığı şeyin sonuçlarını, ahlaki bedelini, vicdani sorumluluğunu tartmıyordu.

Çünkü onun için asıl mesele kurallara uymaktı.


İşte burada Arendt’in sorusu devreye giriyor:

“Bir insan, nasıl olur da bu kadar büyük kötülüklerin parçası olurken kendini suçlu hissetmez?”

Cevap acı:

Çünkü sistem, ona yalnızca itaat etmesini öğretmiştir.

Düşünmesini değil.

Sorgulamasını değil.

Sadece görevini yapmasını.


Bu, sadece Nazi Almanyası’na özgü değil.

Tarihin birçok yerinde, birçok rejimde, birçok kurumda aynısı yaşandı.

• “Ben karar vermedim, sadece uyguladım.”

• “Yasa böyle dedi.”

• “Ben kuralın dışına çıkamam.”

• “Yukarıdan ne geldiyse onu yaptım.”

Ve böyle böyle…

sistemin çarkları içinde insanlık ezilirken, herkes görevini yapmaya devam etti.


Arendt için asıl tehlike, kötülüğün organize edilmesi değil,

kötülüğün normalleştirilmesidir.

Yani adaletsizliğin gündelik hayatın parçası hâline gelmesi.

Hukuksuzluğun prosedürlere dönüşmesi.

Vicdansızlığın kariyer basamağı olması.

O zaman kötülük artık “yasa dışı” değil, sadece “günlük” olur.


Bugün düşünelim:

Bir sistemde,

• emir sorgulanmıyorsa,

• prosedür vicdanın önüne geçiyorsa,

• görevi yapan, kararın sorumluluğunu hissetmiyorsa…

O sistem, birilerini yargılamak için değil, susturmak için kurulmuştur.

Ve oradaki insanlar artık yurttaş değil, sadece disiplinli birer kuldur.


Arendt’in korkusu totalitarizmin askerî ya da ideolojik değil,

bürokratik yollardan yeniden üretilebilmesiydi.

Çünkü herkesin rolü küçükse,

hiç kimse kendini sorumlu hissetmez.

Ama sonuç, yine milyonlarca hayat olabilir.


Ve Arendt şunu ekler:

“Düşünmeyen insan, sadece iktidarın aracı olur.

Ve böylece kötülük, düşüncesizlikten beslenir.”


Bölüm 2: Bürokrasi ile Yıkılan Ahlak

“Yasal olan her zaman doğru değildir. Ahlak, kanunla değil vicdanla başlar.”

Hannah Arendt’in dehşetle fark ettiği şey şuydu:

Kötülüğü üreten şey, yalnızca emirler ya da ideolojiler değildi.

Bazen, çok daha sessiz ve çok daha soğuk bir makine vardı işin içinde:

Bürokrasi.

Belgeler.

Dilekçeler.

Onaylar.

Kararlar.

Ve bu kararların altında imzası olan memurlar.

Hepsi görevini yapıyordu.

Ama o görev, bir çocuğu ailesinden ayırıyor, bir muhalifi susturuyor, bir insanı hapisle tehdit ediyorsa…

O kararın sorumluluğu sadece yukarıda mıydı?


Arendt, Eichmann davasında en çok buna takılmıştı.

Adam sadece şunu söylüyordu:

“Ben masa başında çalıştım.

İnsanları ben öldürmedim.

Sadece sevk zincirini yönettim.”

Ama Arendt sordu:

“Bu zincirin her halkası sorumluluktan muaf mı?”

Ve sonra şu kavramı geliştirdi:

“Yasallığın tuzağı.”

Yani eğer sistem sana “bu yasal” diyorsa, sen de vicdanını susturuyorsan,

ahlak çöker.

Ve bunu fark eden kimse kalmazsa, o sistem artık suç işlemiyor gibi görünür.

Çünkü her şey kuralına uygun yapılmıştır.


Bugün birçok insan, birçok ülkede aynı cümleyi kuruyor:

• “Ne yapayım, yasa böyle.”

• “Elimde yetki yok.”

• “Emre uymak zorundaydım.”

• “Sadece bir prosedürü işlettim.”

Bu cümlelerin tamamı, Arendt’in tanımıyla bürokratik kötülüğün dilidir.


Çünkü gerçek adalet sadece yasa kitaplarından değil,

vicdanın karanlıkta attığı adımdan doğar.

Bir sistemde;

• Ahlaki sorumluluk, yetki zincirinde kayboluyorsa,

• Kurumlar sadece uygulayıcı hâle geldiyse,

• Bireyler “kimin için çalıştığını” unutuyorsa…

Orada hukuk olabilir, ama adalet eksiktir.


Arendt’in çok sevdiği şu soruyu sormalıyız:

“Bir kişi, yasa gereği bir şey yapmak zorundaysa ama bunun ahlaka aykırı olduğunu hissediyorsa, ne yapmalıdır?”

Çünkü totaliter rejimler tam da burada güçlenir:

Bireyin vicdanını sistem dışı ilan ederek.


Ve bu noktada bürokrasi, masum görünümünün arkasında dev bir çark hâline gelir:

• İmzalar atılır.

• Belgeler hazırlanır.

• Evraklar geçer.

Ama bir yerde bir çocuğun hayatı kararır.

Bir insan susturulur.

Bir toplum korkuya teslim olur.

Ve kimse sorumluluğu üzerine almaz.

Çünkü herkes, sadece görevini yapmıştır.


Arendt’in de dediği gibi:

“Bürokrasi, kötülüğü şahsiyetsizleştirir.

Suçun faili, prosedürdür.”

Ve en tehlikelisi:

Bu süreçler, o kadar sıradandır ki,

hiç kimse farkında olmadan sistemin suç ortağı olur.


O yüzden sormalıyız:

Bugün işler “düzenli” görünüyor diye, her şey doğru mu?

Prosedür tamam diye, vicdan da tamam mı?

Yasa var diye, adalet de var mı?


Bölüm 3: Yasa Dışı Değilse, Doğru mudur?

“Bir şeyin yasal olması, onu adil yapmaz. Ahlak, yasa tanımaz.”

Totaliter rejimlerin ortak özelliği nedir?

Silah mı?

Darbe mi?

Baskı mı?

Hannah Arendt’e göre cevap çok daha sinsidir:

Kanun.

Ama öyle bildiğimiz anlamda değil.

Yasa kisvesi altında kurulmuş adaletsizlikler.


Eichmann mahkemesinde herkes şu soruyu soruyordu:

“Yaptığı şey yasal mıydı?”

Cevap: Evet.

Çünkü Hitler rejimi, Yahudileri sistem dışına çıkarmıştı.

Yeni yasalarla hakları ellerinden alınmıştı.

Kamplar resmî olarak kurulmuş, sevkler resmî kararlarla yapılmıştı.

Ama Arendt burada devreye girdi ve dedi ki:

“Bu yasalar yasa değildir.

Çünkü insanlık dışıdır.”


Hukuk, adaleti sağlamıyorsa;

Yasa, sadece bir iktidarın kalkanıysa;

Mahkemeler, gerçeği değil talimatı okursa…

Orada hukuk sistemi yoktur.

Orada sadece kuralların arkasına saklanmış bir tahakküm vardır.


Bugün birçok sistem şunu yapıyor:

• Karar alınmadan önce bir yasa çıkarılıyor.

• İşlem başlamadan önce kural değiştiriliyor.

• Otorite uygulamasını meşrulaştırmak için “hukuki kılıf” hazırlıyor.

Ve sonra dönüp halktan şunu bekliyor:

“Bakın, her şey yasal.

Sorun yok.”

Ama Arendt’in söylediği gibi, en büyük suçlar da genellikle yasalara uygun şekilde işlenir.

Çünkü yasayı yapan da uygulayan da aynı merkezden çıkarsa,

hukuk artık bir fren değil, bir hızlandırıcı olur.


O yüzden şu soruyu sormak gerekir:

Hukukun temel işlevi nedir?

İktidarı korumak mı?

Yoksa bireyi korumak mı?

Eğer hukuk, bireyin haklarını değil, iktidarın çıkarlarını koruyorsa…

Artık “hukuk devleti” tanımı sadece tabelada kalır.


Arendt burada çok net konuşur:

“Totaliter rejimler yasa yaratmaz.

Onlar kendilerini yasa olarak sunar.”

Ve bu noktada yasa, sadece “hukukla sarılmış bir şiddet aracı” hâline gelir.

Otorite kendini meşru göstermek için hukuk dilini kullanır.

Ama içerik adalet değil, korkudur.


Peki halk ne yapar bu durumda?

Çoğu zaman sessiz kalır.

Çünkü yasa var diye adaletin yerini bulduğunu sanır.

Ama yasa tek başına yetmez.

Çünkü yasa, ahlaktan bağımsızlaştığında,

toplumun vicdanı yavaş yavaş körleşir.


Bugün baktığımızda, “yasalar uygulandı” denilen birçok olayda,

halkın içinden gelen ses şöyle diyor:

“Evet, kural öyleydi ama bu… doğru değildi.”

Ve işte tam orada,

hukuk ile adalet arasındaki uçurum kendini gösteriyor.


Bölüm 4: Soru Sormayan Toplum Ne Olur?

“Sessizlik, rıza demek değildir. Ama iktidar, sustuğunda seni öyle sayar.”

Hannah Arendt’in en çok korktuğu şey neydi biliyor musun?

Ne Hitler, ne Stalin, ne savaş.

Onun asıl korkusu, düşünmeyen kalabalıktı.

Soru sormayan, sorgulamayan, “bana dokunmayan” bir yaşam süren milyonlardı.

Çünkü totaliter rejimler, en çok bu insanlarla büyür.

Silahla değil, sessizlikle güçlenir.


Arendt, totalitarizmi tanımlarken sadece liderlere, partilere ya da ideolojilere bakmaz.

Onun için esas mesele toplumun zihinsel refleksidir.

Ve o refleks zayıfladığında;

• Soru yerini kabule bırakır.

• İtiraz yerini iç çekmeye…

• Dayanışma yerini yalnızlaşmaya…

Ve sistem tam da bunu ister.

Çünkü düşünmeyen halk, en kolay yönetilen halktır.


Peki neden sormayız?

Çünkü sorular rahatsız edicidir.

Sana sadece başkasını değil, kendini de sorgulatır:

• Ben bu düzende neredeyim?

• Ben neyin parçasıyım?

• Benim sessizliğim nelere sebep oluyor?

Ve çoğu insan, bu sorularla yüzleşmek yerine

bir prosedürün parçası olmayı seçer.


Arendt’e göre totaliterlik, halkın onayıyla değil, halkın kayıtsızlığıyla kurulur.

O yüzden şöyle der:

“Biri susarken, diğeri bağırırsa…

Kazanan her zaman sessizlik olur.”


Bugün bir ülkede;

• Yasalar ihlal ediliyorsa ama kimse konuşmuyorsa…

• Mahkemeler karar veriyorsa ama halk içten içe “boş” diyorsa…

• Meclis çalışıyor görünüyorsa ama insanlar “ne fayda” diyorsa…

Orada sistem sorgulanmaz.

Çünkü sorgulayacak toplum kalmamıştır.


Bunu Arendt en iyi şu şekilde anlatır:

“Kamusal alan susarsa, özel alan baskıya teslim olur.”

Yani dışarıda olan bitene ses çıkarmazsak,

bir gün bizim evimizin kapısı çalındığında,

kimse kalmaz ses edecek.


Totaliter rejimlerin final aşaması budur:

Toplumun tüm reflekslerinin silinmesi.

Sadece görev yapanlar, sadece izleyenler, sadece bekleyenler kalır.

Ve en kötüsü:

Bu hâl, normalleşir.

Halk, adaletsizliğe alışır.

Yolsuzluğa alışır.

Çifte standarda alışır.

Susturulmuşluğa alışır.

Ve bir sabah uyanır,

ama artık özgür değildir.

Fark etmeden, elinden alınmıştır.


O yüzden Arendt için çözüm belliydi:

Sorgulamak.

Düşünmek.

Konuşmak.

Çünkü düşünmek, başlı başına bir direniş biçimidir.

Konuşmak, kamusal alanı yeniden kurmaktır.

Ve soru sormak, iktidarın hoşlanmadığı tek şeydir.


Bugün biz ne yapıyoruz?

Sessiz mi kalıyoruz?

Yoksa en azından arada kendimize şu soruyu soruyor muyuz:

“Bu olan bitene alışmak neye mal oluyor?”

“Suskunluğum, kimin zararına çalışıyor?”

“Ben, hangi sistemin figüranıyım?”


Konumuza dönelim.

Çünkü bir gün bir soru sormazsak,

sonra hiçbir sorunun cevabını bulamayabiliriz.-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Skip to content