Bölüm 1: Yasaların Ruhu – Montesquieu Kimdi, Ne Dedi?
“Özgürlük, her istediğini yapmak değildir.”
1720’lerin Fransası…
Saraylar, aristokratlar, mutlak krallar ve suskun bir halk.
Yasaların yalnızca güçlüleri koruduğu, sıradan insanların sesinin çıkmadığı, bir kişi konuştuğunda diğerlerinin sustuğu bir dönem.
İşte tam da o dönemde, gözlerini açan bir çocuk vardı.
Adı Charles-Louis de Secondat, nam-ı diğer Montesquieu.
Zengin bir aristokrat ailesinden geliyordu, evet.
Ama içinde bir adaletsizlik hissiyle büyüdü.
Çocuk yaşta annesini kaybetti, hukuk eğitimi aldı, senato üyeliği yaptı.
Ama asıl meselesi şuydu:
İnsan nasıl korunur?
Ve iktidar nasıl sınırlandırılır?
O dönemde Avrupa’da en güçlü model mutlak monarşiydi.
Yani kral her şeydi.
Yasa da oydu, yargı da.
Karar onun, yargı onun, ordu onun.
Ve kimse “Ama bu adil değil” diyemezdi.
Montesquieu ise tam tersini savunuyordu.
Dedi ki:
“Bir devlette yasama, yürütme ve yargı gücü tek elde toplanırsa, özgürlük diye bir şey kalmaz.”
Bu düşünce o kadar radikaldi ki, birçok kişi ilk başta anlamadı bile.
Ama o, sabırla yazdı.
Lettres Persanes ile sistemin ikiyüzlülüğünü mizahla eleştirdi.
Ve 1748’de en büyük eserini yayımladı:
Yasaların Ruhu (L’Esprit des Lois)
Bu kitap bir bomba gibiydi.
Çünkü Montesquieu burada sadece nasıl yasa yazılırı anlatmıyordu.
Asıl derdi şuydu:
“Yasa, bir kişinin iradesi değil, toplumun ortak aklıyla oluşmalıdır.
Ve her güç, başka bir güç tarafından dengelenmelidir.”
Ona göre üç temel güç vardı:
-
Yasama – yasa yapar
-
Yürütme – uygular
-
Yargı – denetler
Ve bu üçü ayrı ellerde olmazsa, özgürlük sadece bir yanılsama olurdu.
Yani bir devlette yasalar var olabilir ama eğer bu üçlü denge sağlanmıyorsa, o yasa sadece bir örtü olurdu.
Altında ne olduğunu göremezdin.
Montesquieu özgürlük tanımını da net koydu:
“Özgürlük, her istediğini yapmak değildir.
Özgürlük, yasalara göre istediğini yapabilmektir.”
Çünkü yasa sadece halkı değil, iktidarı da sınırlamalıdır.
İktidar sınırsızsa, yasa sadece kağıttır.
Bugün baktığımızda Montesquieu’nün uyarılarının ne kadar geçerli olduğunu görmek ürkütücü.
Dünyanın pek çok yerinde yürütmenin yargıya müdahale ettiği, yasamanın etkisizleştiği, denge-denetim mekanizmalarının kâğıt üstünde kaldığı örneklerle doluyuz.
Hatta bazı ülkelerde bir yüksek mahkeme karar veriyor ama karar uygulanmıyor.
Bazı yerlerde bir yargıç çıkıp konuşuyor, sonra sürgün ediliyor.
Ve yürütme, “millet adına” her şeyi yapabileceğini iddia ediyor.
Böyle zamanlarda Montesquieu’nün o yumuşak ama derin sesi kulakta çınlıyor:
“İktidar, doğası gereği kötü değildir.
Ama sınırlandırılmazsa, sonunda özgürlüğü yok eder.”
Montesquieu bir devrimci değildi.
Elinde silah yoktu.
Ama kaleminin ucunda bir düzenin nasıl kurulması gerektiğine dair çok güçlü bir fikir vardı.
Ve o fikir, yıllar sonra Amerikan Anayasası’nı, Fransız Devrimi’ni ve birçok anayasal düzeni etkileyecekti.
Ama bugün sormamız gereken soru şu:
Bu fikirler sadece tarih kitaplarında mı kaldı?
Yoksa hâlâ geçerli mi?
Bölüm 2: Güç Bozar mı, Sınır Çizer mi?
“Her iktidar, doğası gereği, sınırları zorlamaya meyillidir.”
Montesquieu bir hukukçu değildi sadece.
O, gücün doğasını anlamaya çalışan bir iktidar bilimcisiydi.
Çünkü biliyordu ki; insan doğası melek değil.
Gücü eline alan, onu genişletmek ister.
Ve güç sınırlandırılmazsa, bir gün geri kalan her şeyi yutar.
Bu fikir sana tanıdık geliyor olabilir.
Çünkü Montesquieu’den yaklaşık 50 yıl sonra, Lord Acton şöyle diyecekti:
“Güç bozar. Mutlak güç, mutlaka bozar.”
Ama Montesquieu daha sistematikti.
O, “güç bozar” demekle kalmadı;
bozulan gücün nasıl sınırlandırılması gerektiğini de anlattı.
Ve bunun adını koydu: Kuvvetler Ayrılığı.
Montesquieu’ye göre bir devlette özgürlük ancak şu üç şartta mümkündü:
- Yasama yürütmeden ayrı olmalıydı.
Yani yasaları yapanlar, uygulayanlar olmamalıydı.
Aksi halde yasa, keyfiliğe dönüşürdü.
- Yargı hem yasamadan hem yürütmeden bağımsız olmalıydı.
Çünkü denetleyen güç, denetlenenin güdümünde olamazdı.
Eğer yargıçlar kralın emrine bakarsa, adalet halkın değil, iktidarın olurdu.
- Hiçbir güç sonsuz olmamalıydı.
Her gücün karşısında bir denge, bir “fren” olmalıydı.
Bu çok basit gibi görünen model, aslında çok zor bir yapıdır.
Çünkü kuvvetler ayrılığı, sadece yazıyla değil, kültürle inşa edilir.
Ve ancak güçlü bir siyasal ahlak varsa işler.
Montesquieu bunu şöyle ifade eder:
“Her siyasal rejimin bir ruhu vardır.
Ve özgürlük, ancak o ruh korunursa yaşar.”
Şimdi gel, bu fikri bugünün dünyasında bir düşün.
Bir ülkede yürütme, meclisi etkisiz hâle getirirse…
Yasa teklifleri, bir kişinin masasından çıkıp otomatik onaylanırsa…
Yargıçlar atanırken liyakat değil sadakat esas alınırsa…
O ülkede hâlâ kuvvetler ayrılığı var mıdır?
Kâğıt üstünde evet.
Ama Montesquieu buna “şeklen demokrasi” derdi.
Yani kutulara tik atılıyor, prosedürler işliyor gibi görünüyor ama içerik boştur.
Çünkü denetim yoktur.
Montesquieu’ye göre kuvvetler ayrılığı sadece “yetki bölüşümü” değildir.
Bir güvenlik sistemidir.
Tıpkı bir binada yangın merdiveni, güvenlik kamerası, alarm sistemi olması gibi…
Devlet yapısında da birbirini denetleyen, sınırlayan güçler olmak zorundadır.
Aksi hâlde yangın çıkar.
Ve o yangın önce özgürlüğü, sonra hukuku, sonra da halkın güven duygusunu yakar.
Bugün bazı ülkelerde yasama, yürütmenin onay organına dönüşmüş durumda.
Bazı yerlerde yargı, karar verdiği için değil, karar vermediği için konuşuluyor.
Ve iktidar, halk adına her şeyi yapabileceğini söyleyerek sınır tanımıyor.
Montesquieu buna karşı çok netti:
“Halk adına iktidar kullanmak, halkı temsil etmek değildir.
Gerçek temsil, denetimle başlar.”
Peki ya biz?
Bugün bir ülkede yargı kararları uygulanmıyorsa,
Meclis denetleme görevini yapamıyorsa,
Yasalar gece yarısı kararnamelerine dönüşmüşse…
Bu durumda gücü kim durduracak?
Bu bölümde cevabı tam vermedik.
Çünkü bu sorunun yanıtı, yalnızca hukukta değil, toplumsal hafızada gizli.
Bölüm 3: Yasama, Yürütme, Yargı: Bu Oyun Bozulursa Ne Olur?
“Bir devlette yasalar varsa ama denge yoksa, o sadece süslenmiş bir otoriterliktir.”
Montesquieu’nün en net uyarısı şuydu:
“Güç, başka bir güçle sınırlandırılmazsa büyür.
Ve büyüdükçe özgürlüğü yok eder.”
Kuvvetler ayrılığı bu yüzden vardır.
Sadece bir sistem önerisi değil, bir güvenlik mekanizmasıdır.
Tarih ise, bu mekanizma çalışmadığında neler olduğunu bize defalarca göstermiştir.
🏰 1. Tek Merkezli Güç Düzenleri: Tarih Tekerrür Etmez, Hatırlatır
Bazı dönemlerde, bazı ülkelerde tüm yetki bir kişide ya da bir yapıda toplanmıştır.
Yasama, yürütme ve yargı ayrı görünse de, kararlar aynı masadan çıkmıştır.
Ve bu durum genellikle şu sinyallerle başlar:
• Meclisler etkisizleşir.
• Yargı kararları “görmezden gelinebilir” hâle gelir.
• Yürütme, sadece kendi denetimini meşru sayar.
• Medya ve ifade özgürlüğü “güvenlik” gerekçesiyle sınırlandırılır.
İlk başta çoğu insan fark etmez.
Çünkü sistem “normalmiş” gibi işlemeye devam eder.
Ama sonra bir gün, bir karar uygulanmaz.
Bir başka gün, bir yasa kimseye danışılmadan çıkar.
Ve insanlar yavaş yavaş şu soruyu sormaya başlar:
“Bizim irademiz nerede?”
🧱 2. Yargı Zedelenirse Ne Olur?
Montesquieu’nün en çok üzerinde durduğu konu yargıydı.
Çünkü ona göre:
“Yargı, devletin vicdanıdır.”
Ve o vicdan bozulursa, halk artık devlete güven duymaz.
Bazı tarihsel örneklerde yargıçlar görevlerinden alınmış, yerlerine sadakat temelli atamalar yapılmış, mahkemeler toplumun değil iktidarın diliyle konuşmaya başlamıştır.
Yasalar uygulanırken çifte standart oluşmuş; birine başka, diğerine başka ölçüt getirilmiştir.
Bu durumlarda halk artık mahkemeye değil, şansa güvenir hâle gelir.
Ve bu, bir hukuk sisteminin değil, bir keyfiyet rejiminin belirtisidir.
⚖️ 3. Yasama Ne Zaman Yetkisizleşir?
Tarih boyunca birçok örnekte meclisler, sadece onay makamına dönüşmüştür.
Yani milletin iradesini temsil etmek yerine, yürütmenin taleplerini hızla yasalaştıran bir araca evrilmiştir.
Bu durum kısa vadede “verimlilik” gibi görünse de, uzun vadede ciddi tahribat yaratır.
Çünkü yasa dediğimiz şey, toplumsal uzlaşının sonucudur.
Eğer bu süreçte kimse dinlenmiyorsa, o yasa artık “toplumun değil, gücün ürünü” olur.
📜 4. Sistemi Bozan Her Şey, Başta Normal Gelir
Montesquieu’ye göre bozulma birden olmaz.
Aksine, küçük adımlarla başlar:
• Bir denetim yetkisi kaldırılır.
• Bir mahkeme yapısı değiştirilir.
• Bir kurumun başkanı görevden alınır.
Ve sonra geriye dönüp bakıldığında, sistemin artık sistem olmadığı görülür.
Bu yüzden Montesquieu der ki:
“Bir gücün meşruluğu, ne kadar sürdüğüyle değil, nasıl denetlendiğiyle ölçülür.”
Bu bölümdeki sorumuz açık:
Eğer yasalar yerinde duruyorsa ama denge-denetim mekanizmaları çalışmıyorsa, o devlet bir hukuk devleti midir?
Yoksa sadece “yasa görüntüsü altında” yürüyen başka bir şey mi?
Bölüm 4: Gücü Kim Durduracak?
“Gücün doğasında yayılmak vardır. Onu durduran tek şey sınırdır.”
Montesquieu’nün en büyük uyarısı belki de buydu:
“Güç, doğası gereği genişler.
Eğer karşısında bir sınır yoksa, o sınırı kendisi belirler.”
Bu yüzden kuvvetler ayrılığı sadece bir sistem tercihi değil, bir güvenlik ilkesidir.
Ama burada soruyu değiştirmemiz gerekiyor:
Eğer sınır çizilmediyse…
Eğer yasama, yargı ve yürütme birbirini denetleyemiyorsa…
O hâlde gücü kim durduracak?
Tarihte bu soruya üç farklı cevap verildi.
🏛 1. Kurumlar
Demokratik sistemlerde güçler, bağımsız kurumlarla dengelenir.
Meclis yürütmeyi denetler.
Yargı hukuka uygunluğu denetler.
Sayıştay, denetim kurulları, anayasa mahkemeleri… bunların hepsi bu işin sigortasıdır.
Ama bu kurumlar zayıflatıldığında, ya da sadece şeklen var olduğunda, denetim etkisizleşir.
Ve güç, boşluğu hızla doldurur.
Tıpkı bir sıvı gibi: boşluk neredeyse, oraya yayılır.
🧭 2. Kamuoyu ve Medya
İkinci sınır çizgisi halktır.
Ama halk ancak bilgiye ulaşabiliyorsa sınır çizebilir.
Eğer medya çeşitliliği yoksa, gazeteciler baskı altındaysa, eleştiri hakarete eşitleniyorsa…
Toplum da sadece “anlatılanlarla” yetinmek zorunda kalır.
Montesquieu’nün döneminde gazeteler yeni yaygınlaşıyordu.
Ama o bile halkın fikir sahibi olmasını, sistemin çalışması için olmazsa olmaz kabul etmişti.
Bugün bilgiye erişim sınırlanıyorsa, halk neye “dur” diyeceğini nereden bilebilir?
🧑⚖️ 3. Vicdan ve Siyasal Ahlak
Ve belki de en az konuşulan ama en kritik sınır:
Siyasal ahlak.
Yani bir kişi ya da yapı, yetkisi olduğu hâlde bir şeyi yapmıyorsa;
o sınır, kanunlardan değil, ahlaki duruştan geliyordur.
Bu en kırılgan ama en kıymetli bariyerdir.
Çünkü bazı durumlarda, hiçbir yasa ihlal edilmemiş gibi görünür…
Ama ortada çok büyük bir yozlaşma vardır.
Montesquieu’nün dediği gibi:
“Bir rejimi ayakta tutan sadece yasalar değil, onu uygulayanların ruhudur.”
Şimdi bu üç sınır çizgisini tekrar düşünelim:
-
Kurumlar etkisizleşirse…
-
Medya taraflılaşırsa…
-
Siyasal ahlak aşınırsa…
O zaman geriye ne kalır?
İşte burada Montesquieu’nün sesi son kez yükseliyor:
“Gücün sınırı yoksa, özgürlük bir yanılsamaya dönüşür.”
Peki bugün bir birey olarak biz ne yapabiliriz?
Halk, sadece seçim günü sandığa giden değil, gündelik hayatta sistemi izleyen, sorgulayan ve talepte bulunan bir varlık olduğunda;
güç kendi sınırını çizmeye başlar.
Çünkü asıl temsil, sadece oy vermekle değil;
hesap sormakla, hatırlatmakla ve takip etmekle mümkün olur.
Bugün birileri hâlâ şunu soruyorsa:
“Bu kadar yetkiyle kim ne yapabilir ki?”
O zaman Montesquieu şöyle cevap verir:
“Sistemler kişilere göre değil, kişilere rağmen çalışmalıdır.”
Ve işte tam bu yüzden sorunun cevabı, dışarıda değil;
toplumun içinde, kurumların ruhunda, hukukun kültüründe saklıdır.
Kapanış: Konumuza Dönelim
Güç, doğası gereği sınır tanımaz.
Ama tarih boyunca onu durduranlar hep olmuştu:
Kurumlar, kamuoyu, vicdan.
Ve bazen de, sadece yazılmış bir kitap: Yasaların Ruhu.
Bu seri, 270 yıl önce yazılmış bir uyarının, bugün hâlâ geçerli olduğunu anlatıyor.
Montesquieu’nün sesi duyulsun diye değil, hatırlansın diye kaydedildi.
Çünkü hatırlarsak…
Belki bir gün gerçek dengeyi yeniden kurabiliriz.